2 Mart 2013 Cumartesi

Arılar Nasıl Bal Yaparlar?


Günümüzde artan hastalık çeşidine ve sayısına bir takım çözümler bulunmaya çalışılmaktadır. Hastalıkların oluşmasına en büyük ve önemli çözüm yollarından birisi ise, sağlıklı beslenmedir. Sağlıklı beslenme, insan fizyolojisindeki sistemlerin sağlıklı ve düzenli çalışabilmesi için, çok önemli bir etkendir.
Bu sağlıklı beslenme içerisinde ise, bal maddesi, oldukça önemli bir yere sahiptir. Çünkü arıların yaptığı bal,hastalıklara oluşmasına ve iyileşmesi için, çok sağlıklı bir yapıdadır.
arı10
Bal, arıların çeşitli çiçeklerden ve meyve tomurcuklarından aldıkları nektar maddesinin, arılardaki bal midesi organı tarafından invertaz enzimi işlemi sonucunda, nektar maddesinin kimyasal değişime uğramış halidir. Balın ana maddesi, tanımdan da anlaşılacağı üzere nektar maddesidir. Bu madde, balın rengini ve tadını ve kokusunu belirler. Polenlerin ise, bal yapımında herhangi bir etkisi yoktur. Polenler, sadece arıların protein ihtiyacını karşılamak için kullanılmaktadır. Bal yapımında çeşitli evreler bulunmaktadır. İntervaz enzimi işlemi sonucunda nektar, içerisinde vitamin ve mineral olan bir madde yani bal halini alır. Ardından bal, arı kovanlarında bulunan hücrelere konulur ve bu hücrelerin üstü mumdan yapılan bir kapakla örtülür. Arılar tarafından bal peteği içerisine aktarılan bal, arılar tarafından sağlanan ve çok özel olan bir havalandırma sistemi ile, sofralara gelen tat ve kıvama gelir.
arıbal
Bal üretimi, oldukça zahmetli bir işlemdir. Öyle ki, sadece yarım kilogram ham nektarın toplanması, 900 arının bir gün çalışması anlamına gelmektedir. Toplanan bu nektarın tamamı bala çevrilemez. Çünkü çiçeklerin nektar oranları ve kalitesi birbirinden farklıdır. Bu, çiçeklerden alınan nektarın, şeker konsantresi ile alakalı bir durumdur. Bazı çiçek türlerinde bu şeker konsantresi oldukça fazla iken, bazı türlerde çok azdır.
Nektarın saf bala çevrilmesiyle oluşan 450 gr. ağırlığındaki bir bal, yaklaşık 17.000 bal arısının, 10.000.000 çiçekten nektar toplamasıyla oluşmaktadır. Bir bal arısı, ortalama günde 500 çiçeğe giderek nektar toplamaktadır. Bu gezinti ise, ortalama 25 dakika sürmektedir. Bu oranlar hesaplandığında ise, 450 gr. saf bal elde edebilmek için, arılar için 7000 iş saati gereklidir.
arıbal2
Balın yapısı incelendiğinde bal, tatlı bir yapıdadır. Buna neden olanlar ise, balın içerisinde bulunan levulose, üzüm şekeri ve sakroz şekerleridir. Bu şeker oranları, balın %76’lık bir kısmını oluşturur.Diğer %17’lik kısmı su, geriye kalan %7’lik kısmı ise, fosfor, sodyum, magnezyum, demir, manganez,  alüminyum, sülfür, polen, gümüş, protein,albümin,dekstrin,nitrojen ve asitlerden meydana gelir.Balın kalitesi, bu %7’lik kısımda oluşan maddelerle belirlenmektedir.
Balın en önemli özelliği ise, normal şekerin sindirim sistemindeki değişimden sonra kana karışırken, bal da böyle bir işlem gerçekleşmez. Bal direkt olarak çok hızlı bir şekilde kana karışabilen bir besindir.

DNA’da Şifreleme Nasıl Yapılır?



dna3
İnsan fizyolojisi, oldukça sistematik ve kusursuz bir şekilde yaratılmıştır. Çok düzenli bir şekilde işleyen sistemde, çok çeşitli maddelerden oluşan her yapının bir görevi vardır ve bu yapılar görevlerini kusursuz olarak yerine getirirler.
Bu fizyolojik yapı, her organizmada aynı şekilde işlerken, organizmalar arasındaki çeşitliliği DNA denilen yapı meydana getirmektedir. Bilim dünyasındaki açılımı Deoksiribo Nükleik Asit olan DNA, bir nevi canlıların kimlik kartını oluşturmaktadır. Canlıların fiziksel ve kimyasal özelliklerini bünyesinde barındıran DNA, bu bilgileriz kendi zincirinde bulunudurur. Bu zincir ise,  hücrenin içerisinde yer alan ve çekirdek adı verilen bir organelin içerisindedir. Bir insanda yaklaşık olarak 70 ile 100 trilyon arasında hücre bulunmaktadır. Ve bu hücrelerinin her birinin içerisinde DNA molekülü ayrı ayrı yer almaktadır. Yalnız, insan vücudundaki her hücrenin farklı bir fonksiyonu vardır. Buradaki en dikkat çekici nokta ise, her hücre bulunduğu yapı gereği farklı bir fonksiyona sahipken, bu hücrelerdeki DNA’lar aynıdır fakat hücreler birbirinden farklıdır.
Hücrelerdeki farklılığı meydana getiren şey ise, DNA molekülünün üzerinde yer alan ve ‘’Histon’’ adı verilen moleküllerdir. Histon molekülleri, DNA’nın bazı bölgeleri hariç, DNA molekülünün üzerini kaplar.Bu kaplama işlemi, hücrenin yer aldığı fonksiyona göre değişmektedir.Örnek verilecek olunursa, işitme organında yer alan hücrelerdeki DNA’ların, yalnızca işitme ile ilgili kısımları açıktır.Diğer kısımlar, Histonlar tarafından kapatılmaktadır.Bu durum, bütün vücut hücreleri açısından geçerlidir.Histonlar, sadece hücre fonksiyonunun olduğu yeri açık tutarlar.Diğer kısımlar ise, kapatılmaktadır.
dna
İşte tam da bu noktada, insan vücudunun kusursuz yapısı çok açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Çünkü, DNA’ların hepsi histonlar tarafından kapatılsaydı, hücreler hiçbir fonksiyona sahip olamazdı. DNA’ların kendini hatasız bir şekilde kopyalama özelliği, hücrelerin görevlerini doğru bir şekilde yapmalarını sağlamaktadır.
DNA’nın yapısı incelendiğinde, DNA çift zincirli bir halde bulunur.İp merdivene benzeyen bu çift zincirli yapı, dönüm yapma özelliğine sahiptir.Bu yapının adı ise, heliks yapıdır.Bu zincirde bir adet omurga bulunmaktadır.Bu omurganın içerisinde adı, Adenin, Guanin, Sitozin ve Timin olan bazı bazlar sıralı olarak yerleşmiştir. DNA zinciri, insan hücresinde yaklaşık 1 metreyi bulabilmektedir.
DNA zincirindeki omurgaya sıralanmış olan bazların kağıda dökülme işlemi, oldukça karmaşık bir yapıdadır. Sadece bir hücredeki bazlar, tam tamına bir kütüphane dolusu bilgiyi bünyesinde barındırır.Bu durum, akıl sınırlarını oldukça zorlayıcı bir durumdur.
DNA’ya özel olan heliks yapı, bütün canlılarda aynı şekilde bulunur. Canlılar arasındaki farkı ise, heliks yapıda bulunan omurgada sıralanmış olan bazların dizilimi belirler.Çünkü bu, her canlıda farklı yapıda bulunmaktadır.
DNA yapısındaki sıralama o kadar özel ve hassastır ki, bu sıradaki ufacık bir bozulma, hasar ya da değişiklik, canlının sakat ya da ölü doğmasına yol açmaktadır. Çocuklardaki Down Sendromu ve Anemi hastalıkları, DNA zincirindeki bozulmadan kaynaklanan hastalıklardır.

RNA Nedir? Türleri Nelerdir?


Bilim dünyasındaki açılımı ribo nükleik asit anlamında olan RNA, tek zincirli yapıdadır ve ribo nükleotitlerin birbirine bağlanması sonucu meydana gelmektedir. DNA molekülüne oranla  RNA’’ların boyları daha kısadır. RNA’lar, vücut hücrelerinin hemen hemen hepsinde oldukça fazla miktarda bulunmaktadır.RNA’nın yapısını ise;  Adenin, Guanin, Sitozin ve Urasil maddeleri oluşturmaktadır. Hücre tipine bağlı olarak, 5 adet RNA türü vardır.
Mesencir RNA(mRNA)Bu RNA türünün görevi, DNA molekülünde saklı halde bulunan genetik bilgilerin, protein yapısına aktarılmasında aracı görevi yapmaktır. Bu molekül, hücrede bulunan ribozomlara tutunarak, DNA molekülünden aldığı özel şifreye bağlı kalarak, hücre tarafından sentezlenecek amino asit sırasını belirlemektir. Bu molekül, DNA ile  bir nevi ortaklık yapmaktadır. mRNA’lar, DNA’’larda bulunan gen bölgesi ile, komplementerlik özelliği göstermektedir.İşin biraz daha karmaşık tarafı bir adet ökaryot hücre, yaklaşık olarak 10.000 farklı yapıda mRNA molekülü içermekte ve bu hücre, bunların hepsinden bir veya birden fazla polipeptid zinciri sentezler.
rnaTransfer RNA(tRNA)Bu tür moleküller, yonca yaprağına benzeyen bir yapıdadır ve bazen çift sarmallı olma özelliğine sahiptirler.tRNA’ların zincirlerinde, 70 ile 99 adet ribo nükleotid bulunmaktadır.Bu moleküküllerin doğayla olan ilişkisine bakıldığına, doğada bulunan her 20 amino asit için, en az bir tane tRNA bulunmaktadır.Bu moleküllerin görevi ise, tRNA’lar  kendilerine bağlanmış olan amino asitleri mRNA’dan aldıkları kodona göre polipeptid zincirlerine dizerler.Ve bu moleküller, üç adet bazın meydana getirdiği ve antikodon adı verilen uçları sayesinde mRNA’da yer alan kodon bölgesine bağlanarak üzerlerinde taşıdığı amino asitlerin mRNA’daki şifreye bağlı kalarak  doğru şekilde dizilmelerini sağlarlar.
Ribozomal RNA(rRNA)rRNA’lar, adından da anlaşılacağı gibi hücrede bulunan ribozomların temel yapısını oluşturan elementlerdir.Bu moleküller, toplam ribozom ağırlığının, %65′’lik gibi önemli bir kısmını oluştururlar.
Heterojen Nukleer RNA(hnRNA)Bu tür moleküller, hücrede sentezlenmiş olan ve prosese uğramamış yapıdaki öncül mRNA molekülleridir.
Küçük Nükleer RNA (snRNA)Bu türdeki moleküller ise, öncül yapıdaki mRNA’ların, prosese uğrama eyleminde ortaya çıkan moleküllerdir.

Azot Döngüsü Nedir? Nasıl Gerçekleşir?


İsmi özellikle coğrafya ve fen alanında oldukça sık duyulan azot döngüsü olayı doğadaki azotun madenler, hayvanlar ve bitkiler arasındaki dağılımını saplayan döngüdür.
Azot elementi ise, proteinin oluşmasındaki temel bileşendir. Sadece buradan düşünüldüğünde, protein hücreyi meydana getirir ve azot olmasa canlı olmaz denilebilir.Yani azot elementi canlıların yaşamı için oldukça önemli bir elementtir.
Azot elementinin canlı vücudundaki oranına bakıldığında ise, vücutta yer alan vitaminlerin, nükleik asitlerin ve proteinlerin yapısında %15 oranına azot yer almaktadır.Atmosfer açısından bakıldığında ise, atmosferin %78’ini azot elementi oluşturmaktadır. Azot, havada serbest halde bulunmasına rağmen, canlılar bu elementi doğadaki haliyle kullanamazlar. Azot gazının canlıların kullanabilmesi ve doğada tüketimden dolayı bitmemesi için, bir döngüye ihtiyaç duyulmaktadır. Havada bulunan azot elementi, birtakım değişimlere uğramaktadır. Doğada gaz halinde yer alan azot, toprakta azot tuzları haline getirilir. Bu işlem ise, ancak iki tür gerçekleşmektedir.
Bunların birincisinde ise; havada yer alan azot, yeryüzüne yağmur, yıldırım ve şimşek gibi hava olayları sayesinde, nitrik asite dönüşerek inmektedir. Yeryüzüne inen nitrik asit, toprakta bakteriler tarafından azot tuzlarına ve nitratlara dönüştürülür ve azot dolaylı yoldan bitkiler tarafından kullanılır.
azot4
İkinci olarak ise; azottaki dönüşüm azot bakterileri tarafından gerçekleştirilir. Bu bakteriler toprakta yer alır ve havadaki azotu doğrudan olarak toprağa çekerler. Havada gaz halinde bulunan azot, bazı baklagillerin köklerinde yer alan ve azot bakterileri tarafından, suda kolay çözünme özelliği olan azot tuzlarına dönüştürülür. Suda oldukça kolay çözünebilen bu tuzlar, çözünme işleminden sonra bitkilerin kökü tarafından suyla birlikte emilir.Bilindiği gibi, bitki yaprakları fotosentez yapmaktadır.Bu fotosentezin sonucunda, azot kullanılır ve bitkisel yapıda protein üretilmiş olur.Bu proteinler, bitkilerin yenilmesiyle hayvanlara geçer.Hayvanlardan da, insanlara geçer. Bitkilerce bitkisel protein olarak üretilen besin, insan ve hayvanların yapısında hayvansal proteine dönüştürülür.
Bu olay, azotun tüketilmesiyle alakalıdır. Fakat azot döngüsünde, azotun hem tüketilmesi hem de bitmemesi öngörülür. Yani azotların havaya tekrar dönmesi gerekmektedir. Bu da, canlıların öldükten sonra toprağa karışmasına ve burada azot bakterileri tarafından proteinlerin ayrıştırılıp doğaya verilmesiyle mümkündür.
Canlı yaşamı için oldukça önemli bir yapıya sahip olan azot, canlılar tarafından dolaylı olarak kullanılır ve yaşamın devamı sağlanır. Azot döngüsünün bu devamlılık içerisindeki rolü bu şekildedir.

Omurilik Nedir?


İnsan vücut sistemini meydana getiren her yapının, vücut sistemleri içerisinde ayrı ayrı görevleri bulunmaktadır. Bu yapılardan bazıları ise, vücudun kilit noktalarını oluşturmaktadır.
İnsan vücuduna böyle bir öneme sahip olan yapılardan birisi ise, omurilik adı verilen ve merkezi sinir sistemi içerisinde yer alan omurga kanalında bulunan bir yapıdır. Bu yapı, ortalama olarak 1 cm kalınlığa ve 40 cm de uzunluğa sahiptir.
Omurilik, beynin bir uzantısını oluşturur ve meninks adındaki bir zarla örtülü durumdadır. Omurilik yapısı daha detaylı incelendiğinde ise bu yapının yan yüzlerindeki ön ve arka kökte yer alan sinirler, birleşir ve spinal adı verilen omurlar arası deliklerden 31 çift şeklinde çıkmaktadırlar. Ön kök yapısında kas ve diğer organlara hareket emri veren lifler arka kök yapısında ise dokunma, ağrı, temas ve ağrı gibi hisleri barındıran lifler yer alır.
Bu kökler, omuriliğin temel yapısı ve işlevleri açısından oldukça önemlidir. Omurilikte yer alan arka köklerde bulunan şişlikler, omurganın yanlarına sinir sistemi türlerinden birisi olan sempatik sinir sisteminin sempatik düğümlerini oluşturmaktadır.
omur2
Omurilik omurgadan daha kısa bir yapıdadır. Bu özellik ise omurilikte yer alan alt segmentlerden ayrılan sinirlerin, omurlar arası delikten çıkmasına neden olmaktadır. Bu olayla omuriliğin alt bölümünde at kuyruğuna benzer bir lif demeti oluşmaktadır. Bu lif demeti belden omurilik sıvısı alma işleminde iğnenin spinal sinirleri zedelememesi adına, seçilebilecek en uygun bölge özelliğini taşımaktadır.
Omurilik organı, gelişmişliğe bakılmaksızın en ilkel omurgalı hayvanlarda dahi yer alan, canlıların hareketlerini ve çevreyle olan ilişkilerini bilinçsiz olarak sağlayan bir organdır. Yine omurilik organının yapısı incelendiğinde, bu organın enlemesine kesitinde kelebeğe benzer gri bir bölge bulunur ve bu bölgenin çevresi beyaz bir maddeyle kaplanmış bir haldedir. Bu çeşitli renklerde çeşitli sinir hücreleri bulunmaktadır. Bu açıdan bakıldığında motor ve duygu sinir hücreleri gri maddede yer alırken, motor ve sinir hücrelerinin akson adı verilen uzantıları beyaz maddede bulunmaktadır. Akson adındaki uzantıların görevi ise, nöronların karşılıklı iletimini ve nöron hareketleri arasındaki koordinasyon görevini  sağlamaktır.
omurilik
Günlük hayatta sıklıkla karşılaşılan ve doğuştan gelen ya da sonradan kazanılan refleks adındaki hareketler, omurilik organıyla alakalıdır. Çevreden adı reseptör olan hücrelerle bir çeşit uyarımlar alınır. Bu uyarımlar, duyu sinirleri aracılığıyla omurilikteki arka köke ulaşır ve ön köklerden sinirlerin getirdiği bu uyarana cevap olarak, vücudun hareket organına iletilmesi için motor emirler iletilir. Ve böylece refleks meydana gelmektedir.Ki bu olay saliseler içinde meydana gelen bir eylemdir.Bu eylem, günlük yaşamdaki hareketlerin çoğunu kapsar ve bu reflekslerin çoğu fark edilemez.
Vücudun en önemli organlarından birisi olan omurilik organı, beynin devamı konusundadır ve sempatik sinir sistemini oluşturmaktadır. Refleksin de ana merkezi olan bu organ, zarar gördüğünde oldukça kalıcı ve ciddi rahatsızlar ortaya çıkmaktadır.

Foton Nedir?


Elektromanyetik adı verilen dalgaların toplam enerjisini meydana getiren enerji parçacıklarına, foton adı verilmektedir. Elektromanyetik dalgalar, kendisini bir noktadan başka bir noktaya taşırken bu taşıma işlemi foton şeklinde taşınmayla olmaktadır. Bu dalgaların uzaydaki hızı, ışık hızı ile aynıdır. Zaten elektromanyetik dalgalar ışık hızıyla birlikte ilerlerler.
Fotonlar bu dalgalarla birlikte taşınmaktadır. Foton enerji parçacığının durağan haldeki ağırlığı sıfıra eşittir. Fakat fotonlar kütlesi sıfır olmasına rağmen kütle çekiminden etkilenme özelliğine sahiptirler. Fotonların çevreye veya bir noktaya yayılımları dalgalar şeklinde meydana gelmektedir. Fotonlar, dalgalar halinde boşlukta yayılırken  etkileşime dalgalar halinde giremezler. Etkileşime sadece parçacıklar halinde girebilirler. Foton enerji parçacığının enerjisi, fotonun frekansına bağlı olmaktadır.
Einstein’in İsmini Koyduğu FotonlarTarihte foton enerji parçacığının geçmişi incelendiğinde, ışığın dalga mı yoksa parçacık mı olduğu, 19. yüzyılda tartışılmaktaydı. Bu tartışmalar, bilim adamlarının çalışmaları eşliğinde yürüyor ve çeşitli deneyler yapılıyordu. Bu dönemde, bilim adamları çeşitli kuramlara sahipti fakat bazı deney sonuçları bilim adamlarının kuramlarıyla eşleşmiyordu. İlerleyen dönemlerde ise Max Planck adlı bilim adamı, ışığın dalga boyu şeklinde değil de enerji parçacıkları halinde düşünülmesinin gerektiği kuramını ortaya attı. Bu kuram, aynı zamanda bilim adamına 1918 yılında Nobel Fizik Ödülünü de kazandırarak, bu konuda büyük ilerleme kaydedilmesini sağladı. Daha sonraki dönemde ünlü fizik ve bilim adamı Einstein, fotoelektrik etki denilen kuramını açıklamış ve ışığın parçacık yapıda olduğunu söylemiştir. Einstein, kuramında ışığı makineli tüfekten çıkarak ilerleyen kurşuna benzetmiş ve bu ışık parçacıklarına foton ismini vermiştir.
Fotonun ne olduğu anlaşıldıktan sonra, ışıkla ilgili bazı soru işaretleri günümüzde dahi çözülememiştir. Bunun nedeni ise, ışığın birtakım özellikleri fotonlarla birtakım özellikleri ise dalga boyuyla açıklanmaktadır. Burada çözülemeyen sorun ise, ışığın hangi durumlarda foton, hangi durumlarda dalga boyu şekline davranmasına karar verme yöntemidir. Buradaki nasıl sorusuna halen cevap aranmaktadır.
Fotonun 1900’lü yılların ortalarına doğru bulunmasına rağmen, foton enerji parçacıklarının görüntülenmesi ancak 2007 yılında gerçekleşmiştir. Bu yılda Fransız fizikçiler çok önemli bir iş gerçekleştirerek, fotonun görüntüsünü yakalamayı başarmışlardır. Fransız fizikçiler, bu olayı başarırken Albert Einstein’in bir sözünden yola çıkmışlar ve deneylerini bu söze yakın olarak gerçekleştirmişlerdir. Albert Einstein, ismini kendisinin verdiği fotonlar hakkında bir fotonu bir kutucuğa koyup tarttığında, fotonun o kutucukta olduğunu söylemiştir. Fransız bilim adamları bu söylem ışığında süper iletken yapıda aynalarla kaplanmış kutucukları kullanarak, bu deneyi gerçekleştirmişlerdir.
Foton enerji parçacıklarına, insan gözü oldukça duyarlı bir yapıda bulunmaktadır. Gözde yer alan retina, tek bir fotona bile tepki verme özelliğiyle bürünmüştür. Fakat göz tarafından fotonların algılanması tek foton tepkisiyle mümkün olmamaktadır. Göz, sadece 100 ms de 5 veya 9 enerji parçacığı gönderen sinyallerin algılanmasına izin verir.Bu işlem ise, gözde bulunan doğal filtreler aracılığıyla olmaktadır.Bu filtreler olmasaydı, ufacık bir ışıkta dahi, görüntü karmaşası yaşanırdı.

Telefonda Ses İletimi Nasıl Gerçekleşir?


tel2Günümüz teknoloji ve iletişim dünyasının en önemli nesnelerinden birisi olan telefon, artık hayatlarımızın birer parçası olmuş durumda. Haberleşme alanında kullanılmakta olan telefonda sesler diğer tarafa elektrik sayesinde gönderilir. Yani elektrik devreleri olmadan görüşme yapılamaz.
Telefon Konuşmasında Gerçekleşen OlaylarElektrik devresi üzerinden telefon konuşmalarının yapılmasında ortaya çıkan bazı olaylar vardır. İlk önce ses enerjisi oluşur ve bu enerji, mekanik enerjiye dönüştürülür. Ortaya çıkan mekanik enerji de değişime uğrayarak elektrik enerjisine dönüşür. Oluşan bu enerji karşı tarafa nakledilir. Nakledilen elektrik enerjisi de değişime uğrayarak nakledildiği tarafta manyetik enerjisine dönüşür. Fakat dönüşüm işlemleri burada bitmez. Ardından manyetik enerji değişerek mekanik enerjiye dönüşür ve en son olarak bu enerji türü ses enerjisine dönüştürülür. Durum biraz karmaşık gibi gözükse de, burada gerçekleşen olan ses enerjisinin karşı aktarılması için değişmesi ve sonradan yine kendine gelmesidir. Tabi bu işlemler telefon konuşması sırasında saliseler içerisinde gerçekleşir.
Telefon konuşmaları sırasında, telefonda konuşan kişilerin sanki birbirine çok yakın hissetmelerinin asıl nedeni, elektrik titreşimlerinin saniyede 200-300 km arasında yayılmasından dolayıdır. Bu hız, en uzak mesafelerden yapılan telefon görüşmelerinin kalitesini belirleyen etkenlerden birisini oluşturmaktadır. Telefon işlevi gören aletlerde, görüşme yapabilmek için temel bazı sistemler bulunur. Mikrofon akım kaynağı, ses alıcı, ses verici, devre açıp kapayıcı, çağırma kadranı, çağırma ve çağrılma düzenleri telefonda bulunan temel parçalardır.
3332_telefon
Otomatik ve manuel santrallere bağlı olan telefonlar birbirlerinden farklı yapıdadırlar. Fakat bu farklılığa rağmen yukarıda sayılan temel parçalar bu telefonlarda bulunmaktadır. Bu parçalardan telefon ahizesinin görevi, sesi ilk önce elektrik enerjisine sonra da bu enerjiyi sese çevirmektir. Otomatik türdeki telefonların ahizesi kaldırıldığında, telefonla santral arasında bir elektrik devresi kurulur. Ardından ahizeden ton sesi duyulmaktadır. Numaratörden rakamlar tuşlandığında, kurulan elektrik devresi hangi rakam tuşlanırsa o kadar açılıp kapanma işlemine uğrar. Devrede meydana gelen bu açılıp kapanmalar, santralde yer alan devreler aracılığıyla gerçekleşmektedir.
Telefonun asıl işlevi olan haberleşme, sadece konuşma şeklinde yapılmaz. Bu tür haberleşme işlemlerinde ise lokal santrallere bilgisayarlar yerleştirilir. Bu bilgisayarlara telefonlardan sinyal gönderilir ve bilgisayar aldığı sinyalin cinsine göre seçim yapar. Bu seçimin ardından sinyal sayısal telefon, teleks, analog telefon ve televizyon bilgi işlem türlerinde terminallere ulaştırılmaktadır. Burada, telefon görüşmelerinin yanında teleks, faksimil yazı ve resim, televizyon ve bilgisayar işlemleri oldukça hızlı bir şekilde yürütülmektedir.
Günümüzde çok çeşitli haberleşme hatları yer almaktadır. Bu tür hatlar çeşitli sayıda konuşmalar içerir.
*İki telden meydana gelen radyo sinyal hattı: 1 kanal içerir.
*Analog türde radyo link hattı: 30 kanal içerir.
* Sayısal radyo hattı: 1920 kanal içerir.
*Çok koldan oluşan koaksiyel hat: 7680 kanal içerir.
*Fiberoptik kablo hattı: 10.000 ve üstü kanal içerir.
*Haberleşme uydular hattı:20.000 kanal içerir.
İki telden oluşan konuşma devreleri yalnızca şehir içi dağıtım sistemlerinde kullanılmaktadır. Bunun nedeni ise bu hattın sınırlı sayıda kanala sahip olması ve uzak mesafelerde kayıpların oldukça fazla artmasıdır. Haberleşme sistemlerinde radyo yayınlarından yararlanıldığı için çok fazla gelişme göstermiştir. İki kişi arasında meydana gelen telefon görüşmeleri iki yolla yapılabilmektedir. Doğrudan yolla oluşan analog sinyal ile ve bu analog sinyalin sayısal sinyale dönüşmesinden sonra telefon konuşmaları yapılır. Bu türlerden birisi olan analog sinyalin dezavantajlarından dolayı analog sinyal günümüzde daha kullanılmamaktadır. Bu dezavantajlar ise, yankı problemi ve sinyal gürültü seviyesinin çok fazla olmasıdır. Bu nedenle sayısal sinyal sistemi günümüzde kullanılmaktadır.
tel
Günümüzde kullanılan sayısal türde sinyal sisteminde palslar yer almaktadır. Palslar kodlanır ve vericiden 0 veya 1 sayısal yayın olarak gönderilmektedir. Bu kodlama eylemi her konuşma için teker teker yapılır ve bunun sonucunda bir antenden binlerce adet konuşma yapılabilmektedir. Bu eylem, böyle bir avantaj sağlamaktadır. İstasyondan yayınlanan binlerce yayın kod çözücüde çözümlenir ve odyo sinyal haline çevrilir. Bu odyo sinyaller, santral mantık devresi denilen bir sistemden geçer ve abonelere ulaşır. Telefon görüşmelerinin yapılmasında çok önemli görevler üstlenen kodlanmış palslar, koaksiyel kablolardan da gönderilme özelliğine sahiptir. Bu kabloların en önemli özelliği ise, kayıpların aza indirgenmesidir. Yine koaksiyel kabloların dışında fiber kablolardan da palslar gönderilmektedir. Fiber kabloların avantajları ise hızı ve kaybı en aza indirgemesidir.
Telefon konuşmaları ve telefonların çalışma sistemleri çok karışık gözükmesine rağmen oldukça sistematik bir yapıdadır. Burada radyon sinyalleri ve pals denilen kavram çok önemli bir yer tutar.